Dedem İçin

04.12.2006. Ali Kırca ATV’de akşam haberlerini sunuyor. 19.30 civarı. Konuğu, yazar Orhan Pamuk. 2006 senesi Nobel Edebiyat ödülünü almış. 7 Aralık günü ödül konuşmasını yapacak. 10 Aralık günü de ödülünü alacakmış. 10 Aralık. Benim ve ailem için hep tedirgin olunan gün. O tarihi ilk akıllarımıza kazıyan olay 1984 yılında dedemin ölümü idi. Daha sonra 1987 yılında annemle babamın boşanma davalarının sonuçlandığı gün oldu. 1991 yılında da annemin ikinci eşinin babası vefat etti. Yani bizler için pek iç açıcı bir gün değil.

Orhan Pamuk’un 10 Aralık’ta ödül alacağını duyunca ölüm günü olduğu için çok sevdiğim dedem geldi tabii ki aklıma. O’nu düşündüm. Sonra konuşmayı izledikçe, Orhan Pamuk 32 senelik yazarlık hayatını anlatırken ve yazma aşkından bahsederken dedemi düşünmeye devam ettim. Aslında düşündüğüm onun bana vasiyeti gibi olan bir konuşmamızdı. Ben 12 yaşlarındayken bana yazdığı şiirleri göstererek “Ben öldükten sonra bunları sen al ve koru yoksa yok olurlar” demişti. Bir kızı ve bir oğlu varken bunu neden bana söylediğini düşünmemiştim o zaman. Ama bunun nedeni sanırım benim de yazmaya olan merakımdı. Daha 8 – 9 yaşlarımdayken yazdığım denemelerim, kısa bir hikâyem ve şiirlerim vardı. Bunları içimden geldiği için mi yoksa çok sevdiğim dedemi kendime rol model olarak aldığım için mi yazdığımı bilemiyorum. Bu ayırımı yapacak kadar o dönemleri hatırlamıyorum çünkü. Ama şu var ki yazmayı seviyorum, hep sevdim. Kendimi konuşmaktan ziyade yazarak daha iyi ifade ettiğime inanıyorum. Gene de beni yazmaktan alıkoyan bir şey var. O da yazmak istediğim her konunun, her kurgunun beynimin içindeki halinin yazıya geçirebildiğimden daha güzel oluşu. Yani o en güzel hallerini birebir yazıya geçirememek. İçimdeki o mükemmeliyetçi ruh eğer hayallerindeki gibi olamayacaksa hiç olmasın diyerek engelliyor beni sanırım. Ve açıkçası bende ona hep yeniliyorum.

Bugün 4 Aralık 2007. Yukarıdaki iki paragrafı yazalı bir sene olmuş. Bir tesadüf belki ama nicedir yapmak isteyip de hep ertelediğim, dedemin şiirleri için internette bir blog açma işini bugün yaptım. Daha önceden derleyip bilgisayar ortamına geçirdiğim şiirleri kopyalamak için ilgili dosyayı açtığımda ise yukarıda ki iki paragrafa rastladım. O paragrafları da bu bloğun açılış yazısına koymamak olmaz diye karar verdim. Ve işte buradalar. Dedem ve şiirleri.

Dedemin (annemin babası) adı Nedrettin Malkoçoğlu. 1919 doğumlu. Bir Malkoçoğlu ama maalesef ailenin geçmişi hakkında çok bilgimiz yok. O’nun bildikleri vardı elbet ama ben onlara yetişemedim. O öldüğünde daha 13 yaşındaydım ve o bazı hikâyeler ya da ilişkileri anlatmış olsa da onları tam olarak hatırlayacak kadar büyük değildim. Ama hafızamda kalan en canlı hatıra bir bayram günü dedemin çok mutlu olduğu idi. Birkaç sene önce bizim aile büyüklerimizin mezarlığında Malkoç soyadlı bir başka aile mezarlığına rastlamış ve birkaç bayram ziyarete gelecek birileri olur mu diye o mezarı da ziyaret ederek bir süre beklemişti. Ve o bayram amacına ulaşıp mezar sahipleriyle tanışma fırsatı bulmuştu. Şimdi düşünüyorum da yaşasaydı ve benim sosyolog olduğumu görebilseydi hemen bana bir soyağacı yaptırmış ve bir sürü aile ile ilgili bilgiyi not ettirmiş olurdu. Ve hatta şu anki internet, internet ile pek çok bilgiye ulaşım ve facebook gibi bir sosyalleşme sitesini görmüş olsa Malkoçoğulları ile ilgili tüm bilgileri araştırıp Malkoç ve Malkoçoğlu soyadlı herkese ulaşmaya çalışırdı.

Ben dedemi çok severdim. İlk göz ağrısı, ilk torunuydum ve tabii kardeşime nazaran onunla vakit geçirme şansını daha çok yakalayan. Pek çok şeyi ondan öğrendim. Şu an düşündüğümde kendi kişiliğimde ondan pek çok izler bulabiliyorum kendimde. Artık genetik midir, öğrenme yoluyla mıdır bilemem ama izler olduğu kesin. Bana kısa süreli hayat paylaşımımız da kazandırdıkların için ve hissettirdiğin o bitimsiz sevgin için çok teşekkür ederim dedeciğim. Umarım seneler sonra şiirlerinin internet yolu ile başkalarına da ulaşabilecek olma ihtimali seni mutlu eder.

Rahat ve huzurlu uyumanı diliyor ve bunun için dua ediyorum. Şiirlerini okuyanlarda daha sonra senin için bir fatiha okurlarsa ne kadar güzel olur.

En derin sevgilerimle.

Elif Yelda Dürüşken

“Life is for one generation; a good name is forever.” (Japon Atasözü)

5 Aralık 2007 Çarşamba

23 NİSAN

Yirmi üç nisan,
Vatanın istilasına susan,
Saltanatın
Darbe yediği gündür.

Türk’ün kara gününde,
Arkadan vuran,
Düşmanların
Bizi alkışladığı gündür.

Büyük Millet Meclisi’nin,
Cumhurbaşkanı seçtiği,
Ata’nın
“Hâkimiyet Milletindir” dediği gündür.

Cumhuriyeti gençliğe emanet eden,
Büyük adamın;
Yirmi üç nisanı
Çocuk bayramı yaptığı gündür…


(Tarihi belli değil)

* İlkokulda okurken bir 23 Nisan töreninde dedemin 23 Nisan şiirini okumuştum. Dedem de törene gelmişti ve çok mutlu olmuştu. Bir insanın kendi yazdığı bir şiiri torununun okuduğunu görmesi çok mutluluk ve heyecan verici bir duygu olmalı.

SEVGİLİ KUŞUM

Bir mayıs günü süzüldün girdin penceremizden,
Renginle daha güzeldin, üzerine konduğun çiçeklerimizden
Selamlamıştın hepimizi ürkmeden tepemizde uçarak
Ötüp ötüp bol bol gerdan kırarak...

Kafeslemiştin bizi, kafese girmiyordun
Odalar, her yer senindi, sevincinden bir yere sığmıyordun.
Pencerede, masada, avizede, her beğendiğin yerde
Yalnız görürdük yem için, su için seni kafeste.

Selamlardın sabah akşam hep bizleri
Bozardın ötüşünle sessizlikleri.
Konuşurdun Mediha Abla’nla, onunla dertleşirdin
Giderken o evden dertlenir, gelirken sevinirdin...

Kelebekler misali tatlı rengin, renginde de güzel sesinle
Teselli buluyorduk hepimiz evimizde seninle.
Ötmediğin günler üzülür, oturur düşünürdük
Uykudan bazen sitemli sesinle uyanınca sevinirdik.

Sakam, sen bir evlattın candan
Sarı, kırmızı renkler fışkırırdı konduğun daldan.
Her günü iple çeker, özlemle koşardık eve
Doymuyorduk nedense kuşumuzu görmeye.

Kızım Nilgün’ü bekliyorduk; onu,
Sarı saçlarının üzerinden uçmanı
Ötüp, şarkılar söyleyip gerdan kırarak hoş geldin demeni istiyorduk.

Sevgili kuşum, seninle nasıl bayramlaştık
Ayrılırken evden bilmeden vedalaştık
Bir bahar günü girmiştin açık penceremizden
Kırk yıllık dost gibi bizleri sevindirerek.
Öyledir de neden öldün bir bayram günü
Öksüz bırakıp bizi ayrıldın içimizden.

Kafesinin kapısı açık, konduğun dalların boynu bükük kaldı.
Tanrı bu bayramda içimizden bir sevgili aldı.
Kuşum, sakam, güzel seslim
Yine açık bırakacağız pencereyi mayısta
Süzül de gir içeri gözlerimize bakıpta.

Seni bekliyoruz, penceremiz, kafesimiz, kalbimiz açık kuşum
Sanma ne seni ne de ötüşünü unutmuşum

Evimin sessizliğinde asılı bir boş kafes
Sevgili kuşum verdin burada son nefes
Uç, uç ki göklere, arkandan hasretle bakam
Benim insan ruhlu sevgili sakam.


(Tarihi belli değil)

AHMET DURMAZ

Ahmet Durmaz,
İlk defa durdu 11 Aralık’ta
O da, kimseye yapmadan naz.

Kısacık boyundan
Yükselirdi kitaplar
Hafız_ı kütüp’e
Dur derlerdi durmaz
Vazgeçmezdi huyundan.

Dördüncü Ahmet’iydi Elif Naci’nin
Üzerinde titrerdi
Bizim için atan kalbinin

Bizimle yedi son yemeğini
Yine de nazik verdi
Son nefesini

Ahmet durdu
Gözyaşımız durmaz
Tarih oldu O kitaplıkta
Asla unutulmaz.


(Tarihi belli değil)

KADEH

Bir kadeh olsam elinde Elif Naci’nin
Şerefe kalksam...
Dolup dolup boşalan.
Şişelerinde balık olsam Orhan Veli’nin
Atlardım balıklama
Bu neşe dolu kadehe


(Tarihi belli değil)

GECE ve GELİN

Aysız, güneşsiz aydınlık bu gece
Yıldızlar düşmüş dünyamıza, pırıl pırıl,
Taç olup başında gelinin,
Gözleri kamaştıracak bu gece.

Bir gelin süsleyecek bu geceyi,
Bir gelin yürüyecek ağır ağır,
Bir gelin unutturacak geçmiş seneleri,
Bir gelin büyüleyecek, sevinçli gözleri.

Bir gelin sürüyecek eteklerini,
Ardında küçük gelinler bırakıp,
Bir gelin uçacak aramızdan,
Kelebekler gibi kanatlanıp…

Gözlerimiz denizde yüzecek,
Yürüyen beyaz köpüklü dalgalarla,
Bir gelin kurulup tahtına denizcilerin,
Selamlanacak dost ellerdeki kılıçlarla.

Orkestranın tatlı namesinde,
Süzülüp eş eş karaya vuracak,
Kalkacak ayağa kumsal,
Kucaklayıp gelenleri, alkış tutacak.

Beklenen gündür bugün anneler, babalar için,
Çevirelim etraflarını sevdiklerimizin;
Hep birden dua edelim, çıkmaz sesi bir elin
Mesut olsun ebedi, damatla gelin…

24.05.1968


24 Mayıs 1968 tarihinde evlenen kızı Melek Nilgün Malkoçoğlu için yazdığı şiir.

ÇİÇEKLER


Göğsümüzde takılı,
Kalbimizin üstünde
Çiçekler.

Topraksız, bahçıvansız,
Gelişmiş, büyümüş, renk renk
Çiçekler.

Sanat güneşinden ışık,
Narin ellerden şekil almış
Çiçekler.

Birleşmiş tek tek,
Sevenlerden bir demet,
Çiçekler.

Bakıp gülümsüyor ümitle,
Sessizce konuşuyor, canlı
Çiçekler.

Duymak isterdik kokularını da,
Vermiyor işte, kırgın
Çiçekler.

Benimsememişlerdi seni hiç,
Nasıl büyüdüğünü nereden
Bilecekler

Bir kış günü girseler bahçemize,
Bahar ya da yaz sanıp mevsimi, şaşırıp
Gidecekler.

Açılmış davalarının üzerine,
Gözleri Ankara’da, dertli
Çiçekler.

Sabreden derviş oldu,
Çiçek kızlarımız, sonunda elbet
Gülecekler.

02.04.1967

02.04.1967 Pazar günü İstanbul Kız Enstitüleri, Müdire, Dernek, Okul Aile Birliği başkanlarının tanışması ve öğrenci meselelerinin görüşülmesi için Sultan Selim Kız Enstitüsü’nün çağrısı üzerine yapılan aile toplantısında, öğrencilerin yakalarına taktıkları çiçeklere izafeten enstitü problemleri için yazılmıştır.

KADIN VAR


Kadın var, çarşaflı peçeli,
Kadın var, her tarafı ipekli.
Kadın var, şalvarlı,
Kadın var, allı, morlu, fistanlı.

Kadın var, dudakları, kulakları halkalı,
Kadın var, siyah ırkta, hem de ne cakalı.

Kadın var, Afrika’da, aşkına çalınır tamtamlar
Kadın var, Afrika’da insan eti yiyen yamyamlar.

Kadın var, Çin’de, Japonya’da çekik gözlü,
Kadın var, sarı ırkta güleç sevimli yüzlü.

Kadın var, Amerika’da, Avrupa’da erkek güzeli
Kadın var, Araplarda göbekçidir ezeli.

Kadın var, rengi Kızılderili,
Kadın var, renklerin altında cinli perili.

Kadın var, dünyada endamı var, cilvesi var, nazı var,
Kadın var, dinlesen erkekleri, insan kadından bıkar.

Mesutsan, seversen, beğenirsen kadın var,
Düşemezsen aman Allah yangın var.

1966

ON SENE SONRA


Ne fark var sanki arada,
Nüfusta yaşa zam,
Fırçada gençlik.
Gölgede lazım değil mi?
Onu da düşürmüş emeklilik.

Geçmiş bir kere eline,
Güneşteki renkler,
Katmış onlara kendininkileri de,
Hamur yapmış nefis yağlı boyadan
İzleyenlerine zevkle tattırmak için.

Sorular çöreklenmiş tablolarda,
Espri kokuyor yağlı boya,
Kayboluyor insan çizgiler arasında,
Sonrada yol gösterip,
Gülüyor yüzümüze doya doya.

Bir eksik var gibi geldi bana,
Arif olan anlar,
Elif Naci’ye nasıl olmuş da,
İlham vermemiş kadınlar.

Hükümde acele yok, bilir işini o,
Hanımlar zaten boya, kendi fırçasına göre
Maksat gücendirmemek tipleri.
Gizlemiş her birini, gölge renk şekil içinde,
Bırakmamış gene elinde kukla gibi ipleri.

Konuşuyor tablolar hepsi genç genç
Ellerinde emeklilik fermanı.
Düşünürken insan geçmiş on senelik zamanı,
Fısıltılar dolaşıyor kulaklarımızda,
Davet ediyorlar sergiye bundan on sene sonra

Ne yapraklar dökülür, ne solar çiçekler,
Sanatında kış yok Elif Naci’nin.
Daima bal alır fırçasından gözler,
Tebriklerini söyler yüzlerdeki mimikler.

01.11.1965

BUGÜNDE KANDİL


Bugünde kandil,
Seni görmeye geldim,
Görüpte elini öpmeye geldim...

Elim boşlukta kaldı,
Yoksun her günkü yerde.
Islak gözler gördüm,
Mahzun, soluk yüzlerde.

İki gün evveldi,
Soğuk elinde idi elim,
Aramızda olmalıydın bu günde
Buydu arzum, emelim...

Sordum gitti dediler
Kandil tebriğine,
Tokmaktepe'de bekleyen
Anne, baba, kardeşi Hüseyin’e...

Bugünde kandil,
Kandiller yanıyor,
Bugünde kandil
İçimiz yanıyor.

Anneydin, ablaydın,
Sevgine muhtaçtı Taci
Kaybettiği gün seni
Yaktı onu bir acı.

Dalgınken de bildin beni,
Nedret sen değil misin diye.
Kim derdi ki bir gece
Bekleyecektin benden bir fatiha hediye.

Erkek miydin neydin,
Neydi o sendeki metanet.
Biz şaşkındık, şaşkın,
Akıyordu yüzümüzden cehalet.

İşte böyle bir dünya
İşte böyleyiz bizler
Gidenleri uğurlar
Ağlarız doya doya.

Bugünde kandil
Ben sana geldim
Bulsam da, bulmasa da elini,
Oturduğun yeri öpmeye geldim.

Bugünde yedik içtik ağladık,
Bugünde seni andık, aradık
Bu gece ilk defadır,
Kandili sensiz kutladık.

Bugünde kandil,
Kandiller yanıyor,
Sensiz kandil gecesinde
Kandiller değil, içimiz yanıyor.

12.12.1963

KIZILAY


Yılmış gece bile karanlıktan,
Titriyor yıldızlar
Yerdeki ıssızlığa bakıp,
İmdat istiyor aydınlıktan.

Fırlıyor gökten bir hilal yay,
Yıldızlarla kucaklaşıp,
Gümüş ışıklar serpiyor
Dünyaya ay.

Yalnız bir Millet bildi,
Karanlığı gündüz yapanı
Yalnız o Millet seçti,
İmdada sembol olanı.

Çoktan düşünmüşler bir gün
Kan bankası kurulacağını,
Damarlardaki kanın
Ayda depo olacağını.

Bazen bir mavi meleğe âşık,
Bazen bir geline damat,
Onlar için koşmuş gelmiş ta semalardan,
Hoşlanıyor nedense hep semalardan.

Vatandır ay yıldız,
Alsancak üzerinde,
Korkmaz tehlikelerden,
Kızılay gölgesinde.

Kan verir Kızılay,
Al sancağın rengine,
Beyaz melekler koşar
Gazilerin sesine.

Yerler sarsılır, nehirler taşar,
Yangınlar, seller, kasırgalar,
Bir marifet yapmışlar gibi hepsi
İsimlerini afet koymuşlar.

Yakacak, yıkacak, afet olacaksın,
Boynu bükükler susacak,
Önünde eğilecek,
Sen kuduracaksın.

Seni dize getirir,
Topsuz, tüfeksiz ordular,
Tepende şanla dalgalanır
Kızılay’lı bayraklar.

Kızılay cankurtaran simidi,
Yemek dumanları tüten
Bir aş ocağında,
Aç midelerin ümidi.

Şefkattir hastanın başında,
İlaçtır muhtaçların kanında,
Kömürdür, odundur, boş sobalarda,
Hızır diye beklenir bazı yuvalarda.

Dünya mı aç,
Dünya mı yardıma muhtaç,
İki koldan koşarlar
Kızılay’la Kızılhaç.

Ay yıldızla al sancak bir millettir,
Kızılay beyazlara bürünmüş fazilettir
Milletle fazilet elbette kucaklaşacak,
Her ikisi de bu semalarda kardeşçe kucaklaşacak.

31.10.1963

ROMA'DA VATAN


Ayaklanmış Bursa, Edirne, İstanbul, Konya,
Heveslenmiş insanlar gibi
Turist olmaya,
Pasaport almışlar Sayın Süheyl Ünver’den
İtalya başşehri Roma’ya..

Fırçalar eğilmiş önünde gelenlerin
Zonaro, Bellini ön sırada
Tatlı tebessümüyle gülüyor Fatih,
Bu karşılaşmaya ta Londra’da.

Davete hazır Oteller, Palaslar,
Çevirmişler her yanı;
Hiç giderler mi bizimkiler
Dururken Kütahya’nın “Ali Kalfa” Hanı...

Bursa çekilmiş yeşilliğine,
Dinlenmekte yorgunluğunu,
Baktıkça yüceliğine
Onurla yâd ediyor soyunu...

Çelebi Mehmet oturmuş Yeşil Türbe’de,
Yıldırım kalkmış ayağa.
Heybeti görünür
İnce minarelerde...

Cem Sultan mahzun mahzun bakmakta,
Acı hatıralarla dolu bu yerden
Papa’ya gene de selam yollamakta,

İftihar etmekte Edirne,
Bursa’dan sonra, başşehrim diye,
İlan ediyor bunu dünyaya,
Muhteşem Selimiye...

Yıkık Minaresi bile
Değil asla virane
Mahzun duruşuyla görünür
Pahada şairane...

Camiler, Saraylar, Hisarlar süsler,
Rüyalar âlemini,
Eşsiz güzelliğiyle İstanbul
Düşürtmez şairlere kalemini.

Güzeldir Üsküdar
Karaca Ahmet’i ile
Camiler, Mescitler, Namazgâhlar kol koladır,
Altın Kilit birbirine.

Ney, Kudüm sesleri gelmekte Konya’dan
Mevlana yapmakta ayin,
Sırçalı Medrese, Hatuniye, İnce Minare,
Ne nefis ... Hiç sormayın.

Dinlendiriyor insanı
Gölgelerdeki renkler,
Yorulmasın diye
Gözlerdeki bebekler...

Burada huzura kavuştu on binler,
Sulu boyanın serinliğinde...
Düşündü... Mucizeyi çözmeye
Sanatın beşiğinde.

Sevmiş yurdunu bir el, bir fırça
Dizmiş onları sergiye parça, parça..
Hayran hayran bakışlar
Sonra da elden çıkan, kalpten gelen alkışlar....

Sayın Süheyl Ünver’dir,
Bu eserleri yaratan
Kopyasıdır yurdun
Roma’daki vatan....

10.07.1963

İBRET


Dünya döndükçe etrafında,
Peyki gibi döner
Kiminin dolabı, kiminin şansı.
Dünya döndükçe etrafında
Bitmeyen maceralar döner
Dünya ile insanlar arasında.

Baksak dönüp maziye,
Haldekine benzer
Beklesek geleceği
Mazi istikbalden döner.

Hep aynı şeytan
Kanan aynı insanlar.
Ceza, günah var ama
İbret koşmaz yardıma.

Şer-i şerlenir,
Canı canlanır.
Sonunda hepsi,
İbret için sallanır.

Tarih seslenir,
Kitaplar fısıldar.
Koltuk rahat
Koltuktaki uyuklar.

Giyotinler düşer,
İpler sallanır,
Gaz odası, elektrik sandalyesi,
Bu çeşmenin yanında hiç kalır....
Şeytan şeytanca,
Asra göre can alır....

Çeşmeler yapılmış su içmek için
Çeşme yapılmış baş kesmek için
Bir saray içinde,
Çınarlar gölgesinde,
Cellâda cellâtlık etmiş,
Cellât çeşmesi...

Baş kesilir, bıçaklar temizlenir,
Başı kesilenin yeri yeniden yenilenir.
Kesilmiş ard arda nice insan başı
Kesilenlerin ardından
Boş kalmamış
Sanki ibret taşı.

Çeşme tarih olmuş
Taş şimdi başsız kalmış
Taşın adı ibret ama
Kim ondan ibret almış.

30.01.1962

4 Aralık 2007 Salı

YORGİYA İÇİN


Ömrünün sabahında bıraktın bizi gittin, niçin?
Ağlamalar, inlemeler, bu matem hep senin için.
Gülerdi gözlerin güleç yüzünle
Ağlatmak neden bizleri böyle, hüzünle.

Kurbanı oldun tıbbın ve bir uğursuz urun;
Karıştı toprağa o güzel Nurun.

Sesini dinliyoruz o rüzgârlardan
Geçer diye bekliyoruz seni sokaktan.

Hayalimizde, rüyamızda sen.
Ne çokmuş seni sevenler, bir bilsen, görebilsen.

Sen ölmedin, başındayız, beraberiz yanında
Dertleşmeye geldik hep beraber mezarında.

Sana demet demet çiçek getirmek isterdim,
Sen renk renk mevsimleri severdin.
Bilirsin ama bu çiçekler solar, dökülür zamanla
Kökleri kalplerimizde, sevgiden bir demet buket getirdim.

Sulasın, soldurmasın onları gözyaşı damla damla
Ağlarız yıllarca elbette için için
Ah Yorgiya bizi öksüz bıraktın neden, niçin?

Bulunsun el yazın bir mezarın başında
Yaşayanlar okusun, ölmek ne acı genç yaşında.


Dedem komşuları Bayan Yorgiya için ölümünün ardından yazmış olduğu bu şiir ile birlikte bir de yazı kaleme almış. Hitap yönü kuvvetli olduğu için pek çok ortamda ve toplantıda konuşmalar yapardı. Bu yazı da yaptığı böyle bir konuşmanın hazırlığı ve notlarıdır diye düşünüyorum.
"Yorgiya’nın son ve ebedi yolculunda hüzünlü, kederli mahzun bakışlarla kalpleri ve benlikleri onun büyük matemiyle kan ağlayan akraba, arkadaş, komşu, dost ve yakınları, size hitap ediyorum.

Ölümünden bir gece evvel adeta son konuşmasını yaptığım, bilmiş gibi sabaha kadar uykusuz geçirdiği saatlerde durmadan konuşan, sabahın şafağında pencereyi açtırıp İstanbul’un hayat dolu havasını, biraz sonra hayattan mahrum kalacak ciğerlerine çekip serinleyerek oh diyen Yorgiya, şimdi ben, ağabeyim dediğin Nedret başucunda konuşuyor ve sana hitap ediyorum.

İşitmesen de dinle. O sonsuzluğa giderken büsbütün güzelleşen çehrenle gülemediğin şu dünyadan bize her şeyi işitmiş gibi güleç yüzünle gül. Sen artık sevimli yüzünle gösteremeyeceğin mimiklerle gül ki seni bütün kalpleriyle seven bizler ağlamasını bilelim.

Ta küçüklüğünden beri, 26 senedir, yalnız ailene değil, dostlarına, arkadaşlarına, akrabalarına, komşularına neşe ve hayat vererek onları kendine bağlayan sen başkalarının derdine, ıstırabına, matemine yoksulluğuna, yardımlarına koşar, onlarla ağlar onlarla ıstırap çekerdin.

Ölümle pençeleştiğin bütün gecenin ameliyat tahtasında geçirdiğin ve doktorun hayatından ümidini kesip eldivenini fırlatıp attığını bildiğin halde, mucize kabilinden hayata döndüğün vakit komşun Fotiko’nın eşinin isim günü olduğunu unutmamış, zavallı sen onlara muhtaçken ve hiç birimizin Allah’a açtığımız ellerimize cevap alamadığımız saatlerde onlara hayırlı günler ve uzun ömürler dileyen sözlerin hala kulaklarımızda çınlamakta ve seneler senesi bu sözlerin ciğerlerine çektiğin sabah havasının yumuşak rüzgârları gibi kulaklarımıza fısıltılar halinde gelecektir.

Hepimizin sevgilisi Yorgiya,

Biz senin hayatta telleriyle duvaklarıyla gelin olarak göreceğimiz günleri nasıl bekledik. Neler konuşur, hayaller kurarak nasıl şakalaşır, nasıl gülerdik. Şimdi muradına erememiş kızımızı, asla arzu etmediği damadın, yani kara toprağın koynuna gelin verdik.

“Aman beni kurtarın” diye uyandığın zaman, gözyaşı dökmekten başka elimizden bir şey gelmedi. Arzuların, arzularımız içimizde kaldı.

Son sözün “kan geldi doktor, allahaısmarladık” olmuş. Güle güle Yorgiya. Seni burada uğurlamaya geldik. Hepimizin elinde kara kara mendiller sana sallayacağız. Dile ne kolay kara kara mendillerle güle güle demek. Değil mi evden çıkıp biraz geç geldiğin zaman annenin gözleri yollarda kalır seni nasılda beklerdi.

Zevk için tren, vapur, uçak seyahatlerine çıkanlar sevdiklerini uğurladıkları zaman gözyaşı dökerlerde, ebedi yolculuğa uğurladığımız senin başında bizler içine akıp seni aramızdan alan o kanlar gibi gözyaşımızı gözlerimizden dışarı ve içimize akıtmaz mıyız Yorgiya.

Rabbi lalemin diyen Allah’ım, Yorgiya kulun bilinen dünyadan bilinmeyen âlemine sana geliyor. Muradına ermemişlerden bir hüzün daha sana kavuşuyor. Bize görünmeden kanatlanıp uçacak şimdi önümüzde.

Sevgili Allah’ım:

Sen şu bahtsız kızımızı orada tahtsız bırakma. Onun makamını cennet eyle.

Yorgiya, sen bütün dinlerin emrettiği en güzel ahlaklara sahiptin.

Dini ancak kendi anlayışlarına göre tefsir ederek sana ceza olsun diye yaptırmadıkları formalite noksanı cenaze töreniyle seni cennetten mahrum edeceklerini sananlar aldanıyorlar.

Seni cennete noksan yapılan cenaze merasimi değil ancak altın kolların, altın kanatların uçuracaktır.

Sana senin şu acıklı halinde kalpleri yumuşamayıp her türlü eziyeti reva görenler Allah’ın senin hakkında ne düşündüğünü bilmeden yaptıkları bu hatadan dolayı elbette bir gün vicdan azabı çekeceklerdir.

Sen ebedi uykunu müsterih uyu Yorgiya."

28.10.1959

VUR SÜNGÜ


Süngü bekler hududu;
Sulh perisi barışı;Yamandır düşmana karşı
Kaçırır bazen
Koca bir ordu...

Bir düşmanın şaşkını
Saldırdı Kore’ye
Bilseydi o bir hudut,
Kars, Ardahan gibi Kore
Küçümser mi idi hiç.............

Ağaçta meyve
Makinelide halka
Türkü aldık abluka
Hurra hurra.

Allah Allah sesleri
Mehmet, Mehmetçik
Aslan yeleli cevap verdi
Vur dedi süngü.

Türk’e çember ne imiş
Dedem böyle oyunlara mı gelmiş?
Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu;
Süngü göründü, çember bozuldu.

Küre-i arz_ı patlatır çıkarız
Diyenlerin torunu
Böyle oynadı
Çember oyunu...

Kore, Kore
Sen bir Kars ve Ardahan’sın
Mehmetçik
Sen orada da kahramansın.

Dikili kalplerimizde
Görünmez heykelleri
Kahpe kurşunla ölen
Süngü ellerinde
Kore şehitleri.

Gelme kızıl oyununa
Vur süngü;
Türk’e çember ne imiş
Dedem yalın kılıç
Nice zırhları delmiş.

11.11.1954

TEOMAN'IN FATİHİ


İçinin aynasıdır insanın şahsi siması,
Her resim yapanın değildir
Karşısındakini okuyup yazmak ihtisası.
Mevzu: Fatih tablosu
Ve üç ressamın şansı...

Fırçaya ilham veren çehre,
O talihli başın dimağı,
Bizans önünde kurmuştu otağı,
Bir gün surları aşıp girmişti şehre.

Yürütmüştü donanmasını denize karadan,
Lala ben daha uyumadın diye
Yatağını vezire gösteren kumandan.

Çocukluğundaki tembel talebe,
Ordu çalsın diye galebe
Babasına saltanatı devreden hünkâr.

Büyük asker, idareci, kurucu, dindar,
Koca namdar hükümdar.
Mağrur değildi gayesi idi ilim,
Meziyetlerini saymaya yetmiyor dilim.

Düşünün size gözlerini diken,
Türk büyüğü iken,
Onun tatlı, munis bakışı ile çalıştırdı ressam elini,
Fatih’in resmini değil
Ruhunu çizen İtalyan Bellini.

Ne yazık ki, bu orijinal resim Londra’da,
Zonaro’nun kopyası var burada.

Geziyordum müzede resim salonunu
Gördüm Zonaro’nun yanında
Bir yeni Fatih tablosunu.

Ne o aman;
Acep orijinali mi?
Hayır, bu tabloyu yapan Teoman
Aslına benzetmiş değil mi?

Sizde dikkatli bakın,
Rengiyle, emeğiyle, bütünüyle bilin ki,
Orijinaline pek yakın.

Hatır gönül değil sözlerim sahi,
Çok şeyler vaat ediyor
Ressam Teoman’ın Fatihi.....

02.09.1952

* Fausto Zonaro (1854 İtalya - 1929 İtalya): II. Abdülhamit’in saray ressamı olarak 1909’da padişahın tahtından indirilişine kadar sarayda görev yaptı. 1910 yılı Mart ayında İstanbul’dan ayrıldı
.

TAHSİN ÖZ'ÜN ARDINDAN


Bir merasim var sarayda,
Bağdat köşkünde.
Şahane günler gören,
Kameriye önünde.

Tarih sarayda tarih olan,
Bu uğurda
Altmış beşini dolduran,
Tahsin Öz’ü
Aramızdan alıyor
Bin dokuz yüz elli ikinin nisanı,
Üzmez mi bu insanı.

Gözleri nemli bir kalabalık,
Bekliyor...
Bekledikleri işte geliyor,
Mahzun mahzun bakışlar;
Sonrada uzun alkışlar.

Sayın Öz,
Ağır ağır yürüyor,
Sevgi halkasından,
Etrafında bir çember çevriliyor.

Elinde titreyen kâğıt,
Oda heyecanlı,
Okuyor, söylüyor,
İfade ne kadar canlı.

Fatihler, Kanuniler, Selimler,
Haşmet devresi.
Sanat tarihinden örnekler,
Onların semeresi.
Ya madalyonun tersi?
Dedelerinin mirasına kıyan,
Cumhuriyet’e
Enkazla depo bırakan,
Gene onların nesli.

İşte Cumhuriyet...
O günkü haşmetiyle dahi,
Yaşıyorsa Türk sanat tarihi,
Etmeyin hayret.

Tahsin Öz’ün elinde,
Virane yine Saray,
Depolar salon oldu,
Soyadının bütün manasıyla Öz,
Benim hayalimde,
Bir Fatih, bir kanuni oldu.

Yaptıklarını az mı görüyor,
Bilmem ondan mı?
Yapılması icap edenlerden daha çok bahsediyor,
Mütevazı ilim adamı...

Bekleşiyor dudaklar,
Öpmek için
Babalarının elini.
Onun gözünde biz,
Kız ve erkek çocuklar,
Çekeceğiz elbet hasretini.

En büyük tezahürat:
Gidene ağam,
Gelene paşam,
Atasözünü cerhediyir,
Kıymetli müdürümüz
Paşam geldi paşam gidiyor.
Hepimizin sevgisi
Sıfatında değil, şahsında birleşiyor.

Tamamlarlar diye güveniyor gençlere,
Yetmezmiş gibi bıraktığı eserler,
Ayrılırken bile,
Bırakıyor bize, güzel günler, iyi mevsimler.

Medihin manası:
Övmektir insanı ardından,
Layıktır övülmeye,
Ayrılsa da o büyük adam aramızdan.

Görünmez heykeli dikilse kalbimizde yeridir,
Tahsin Öz yalnız bizim değil,
İlmin, tarihin, hepimizindir...

28.04.1952

NİÇİN ÖTERLER


Mevsim sonbahar
Ve akşamüzeri.
Dekor:
Topkapı Sarayı’nın
Yüz yirmi iki sütunla çevrili
İkinci yeri

İki iklim gibi renkler,
Yeşil selviler,
Çıplak çınarlar,
Dumanı tütmeyen bacalar,
Boşluğa yükselen kuleler.

Huşu içinde iken şaşkın,
Şu kargalara bakın.
Hayalimi bozdular,
Acep niçin öterler?

Derler ki:
Ötünce karga hava bozar,
İnadına bazen,
Rasat aleti,
İyi hava yazar.

Düşündüm. Kargalar,
Yapraklarını döken,
Çıplak çınarları mı yanar.
Belki de bu fikrimde doğru değildi,
Çünkü gevezeler, yazında öterdi.

Dikkat ettim bir hafta,
Kargalar toplanır akşamları,
Sürer konferansları,
Karanlığa kadar.
Uçarlar sonra,
Grup, grup.

Demek onlarında,
Marko paşaları var,
Her canlı gibi,
Onlarında derdi var.
Akşamları,
Gak, gak, gak
Öten kargalar.

30.11.1951

11.02.1964 tarihinde Tekniker adlı aylık sanat ve fikir dergisi’nde yayınlanmıştır.

NAMAZGAH


Uzun gurbet yolları,
Hansız, kervansaraysız
Bilinmeyen yollar…
Tek tük kerpiç evler,
Bazen de mescitli köyler,
İlerisi gene ıssız, gene ıssız.

İki şey var tıkırdayan
Yolcuların göğsünde,
Biri zaman,
Biri iman.
İkisi de davet eder mümini
Beş vakit ibadete.

Çeşme, ağaç gölgesi,
Çimendir seccadesi,
Budur o yolların ibadet yeri.

Beygirler su içip yalaktan kişnerler,
Allah’a şükrederler,
Beklerler
El bağlamış namazda,
Tanrıya niyazda
Sahiplerini…

Ve işte,
Gök kubbe,
Bir kandilli taş kıble
Sonsuz yollarda ah
Kalbe açık, üstü açık
Gemidir, mescittir namazgâh.

9 Kasım 1951

FATİH'İN TABLOSU KARŞISINDA


Fırçaya ilham veren çehre,
O talihli başın dimağı,
Bizans önünde kurmuştu otağı,
Bir gün surları aşıp girmişti şehre.

Yürütmüştü donanmasını denize karadan,
Lala ben daha uyumadın diye
Yatağını vezire gösteren kumandan.

Çocukluğundaki tembel talebe,
Ordu çalsın diye galebe
Babasına saltanatı devreden hünkâr.

Koca Hükümdar...
Mağrur değildi gayesi idi ilim,
Meziyetlerini saymaya yetmiyor dilim.

Düşünün size gözlerini diken,
Türk büyüğü iken,
Onun tatlı, munis bakışı ile çalıştırdı ressam elini,
Fatih’in resmini değil
Ruhunu çizen İtalyan Bellini.

Ne yazık, Fatih bizim,
Bu orijinal tablo Londra’da.

Dostumuz İngiltere;
Kazanmak istersen bizlerin kalbini,
Beş yüzüncü yılında
Ver Türk’ün Fatih’ini;
Örneksen kültürlü milletlere...

04.09.1951

BİR TABLOYA İTHAF


Gördüm tablo çiziyordu;
Usta bir fırça
Bağdat Kasrı’ndan bir parça.....

Bitinceye kadar sürükledi beni
Ne buluş, yepyeni....

Tarih, tabiat, engin
Elbet olacaktı bu tablo zengin

İki tarih yan yana
Bağdat Köşkü Lale Bahçesi
Sonra üç ağaç numunesi

En öndekinde açmış çiçekler bahar müjdecisi
Sonra kıştan çıplak çıkmış çınar;
Üçüncüsü yaz kış yeşil kalan zümrüt çamlar.

Uzayan olanların arasında
Bizans’a ait abide taş
Dikelim gözümüzü uzağa yavaş yavaş....

Yaprak, çiçek renk içinde görünen
Ufuk ve mavi deniz;
Ayrı güzellik ayrı bir zevk
Çamlıca Tepesi bu manzarayla mihenk

Son defa bir resme bir manzaraya baktım
Bu tabloya canlı tabiat ismini taktım.

Sende hakem ol
İster beğenme ister beğen
Talihli fırçanın eli
Ressam Aptullah Çizgen

21.04.1951

BAĞDAT KÖŞKÜ


O devrin mimarbaşısı Kasım Ağa’nın eseri,
Canlanıyor ismiyle Murat Dört’ün Bağdat seferi.
İnşa tarihi 1638 senesi;
Bu muhteşem bina adeta sarayın hazinesi.

Yürüyüp Lale Bahçesi’nden, revan merdiveninden
Görünür Allah ismi İbrahim Kameriyesi’nden.
Son basamakta solda fıskiyeli büyük bir havuz
Altınlar serpilmiyorsa da şimdi kalmıyor susuz.

Çeşit hendesi şekilli etrafı çevrili kemer
Arasına döşenmiş beyaz altı köşeli mermer
Altın yaldızlı kameriye sanki tebrike hazır
Camiler, kuleler, deniz ta Eyüb’e kadar nazır.

Donanmayı hümayun Haliç’ten çıkarak geçerdi
Sultan Murat geçidi balkondan zevkle seyrederdi.
Kubbeli ve revaklarla çevrili muhteşem bina
Bak gezmeğe geldim, dıştan görmekle doyulmaz sana.

Haricen alt kısım mermer; renkli taşlarla örtülü
Üst kısmı nazik nukuşu havi çinilerle süslü
Atfı nazar eyle girmeden bu kıymetli yapının,
Ne ulvi kelam yazar üzerinde güzel kapının.

Kuşade bad bedevlet hemişe indergah,
Bihakkın eşhedüenlailaha illallah
Allah hakkı için bu kapı daim açık kalsın der
Her Türk ve her mümin bu duaya elbette âmin der.

Planı dört girinti, dört çıkıntı, sekiz köşeli,
Çıkıntılı köşelerde birer minder döşeli.
Bir girinti köşede abide ocak harikadır.
Diğer üç girintide de köşkün üç kapısı vardır.

Ocak yanında kuşlu çiniler nadir değil mi ki?
Altlı üstlü pencere adedi tamam 32.
Pencereler arasında çiniden yazılar süsü
İlahi bir kuşaktırlar mübarek Ayet-el kürsü.

Zarif kubbe ve renkli camlar hangi ustanın işi.
Kapı, dolap, pencere hepsi sedef, boğa, fildişi.
Huşu içindeyim şaşkın, insan alamıyor nefes,
Abdülhamit’e hediye gelen mangalda pek enfes.

Daldı, hayalimde düşündüm o geçmiş asırları
Hala akıyor o günkü gibi boğazın suları.
Ey Murat, Bağdat revan, elbet unutturmaz şanını
Dahası var, almıştın Genç Osman’ın intikamını.

Ey Devletlü yapı, kapın daima açık kalacak,
Sanat abidene konan adın anlamı asla unutulmayacak.
İstanbul gecelerinde sarayın üzerine inen ışık huzmeleriyle
Şahane yapın hayranlarının gözüne nur saçacak.

1951

KULE ve SARAY


Sarayın Gülhane’ye bakan nöbet yeri kuleler,
Tarihini bekleyen köhne fakat sadık eserler.
Sana kim bilir bugüne kadar kimler arkadaş oldu,
Sen ebedi iken yazık o yiğitler toprak oldu.

Bağdat ve Mecidiye Köşkü almış seni arasına,
Mustafa Paşa Köşkü düşürmez yalnızlık tasasına.
Her derdine derman karşında hekimbaşı kulesi,
Esvap edasında dururdu padişah elbisesi.

Sultan İbrahim kameriyesine çık gör Haliç’i,
Uçsuz sihriyle görünür Bağdat’tan Boğaziçi.
Mecidiye terasından hem boğaz hem adalar
Süzülürdü engin denizleri titreten kalyonlar.

On dokuz yaşındaki Padişah Fatih Sultan Mehmet,
İstanbul’u fethi ile attı sarayın temelini.
Nasıl okumasın bu millet ona ebedi rahmet,
Çünkü o idi kıran en son Bizanslıların belini.

Akdeniz bir göldü; Çaldıran, Viyanalar ne idi?
Dünyayı titretenler hepsi bu sarayda yetişti.
Az elçi mi eğildi etek öptü arz odasında,
Boyun eğilmez miydi fermanına dünya çapında.

Tarih oldun tarihini seven millet elindesin,
Bugün gibi yarında titreyecek üzerinde idareciler, bilesin...
Vefakâr, fedakâr kuleler uydurdum size hece,
Bende nöbetçiyim şiirimi yazdığım bu gece.

Topkapı Sarayı bak ne kadar şen ve neşeliyim,
Kulenin en son arkadaşı ve talihli bekçisiyim.

28.11.1950

Bu dedemin elime geçen en eski tarihli şiiri. Şiire konu olan Topkapı Sarayı Müzesi'nde 20 Temmuz 1950 tarihinde İdare Memuru olarak göreve başlamış. Tarihe göre 31 yaşında. Ama şiir yazmak için bu zamanları beklediğini hiç sanmıyorum ve daha önce yazdığı şiirleri bulamamış olduğumu düşünüyorum.